interrail
İNTERRAİL NEDİR?
INTERRAIL PASS, Avrupa Demiryolları İşletmeleri tarafından uygulanan, gezginlere ucuz ulaşım olanağı sağlamayı amaçlayan bir pas bilet uygulamasıdır. Aynı biletle, istenen yerde ve zamanda istenen trene binme olanağı sağlar.
InterRail herkesin grup olarak yolculuk yaptığı ya da yalnızca InterRail bileti olanların bindiği özel bir tren değildir.
InterRail Global Pass bileti Avrupa'nın 30 ülkesinde 5 gün ile 1 ay arasında, InterRail Bir Ülke Pass bileti ise seçeceğiniz 30 Avrupa ülkesinden herhangi birisinde 3 ile 8 gün arasında sınırsız serbest dolaşım olanağı sağlar.(kaynak: http://www.tcdd.gov.tr/home/detail/?id=259)
Ben nasıl katıldım?
Bir gün kalabalık bir arkadaş grubunda liseden bir arkadaşımın interrail bileti olduğunu ve önümüzdeki yaz bir ay Avrupa turu yapacağını öğrendim.Bu gezinin maliyetini karşılayacak birikmişim olduğunu düşünerek hiç düşünmeden evet dedim.
Biz ne yaptık?
İstanbul’dan uçakla Barcelona’ya ulaştık.Sırasıyla İspanya,Fransa,Hollanda,Almanya,Çek Cumhuriyeti,Macaristan,Avusturya,Slovakya,İsviçre yi gezerek en son durağımız olan İtalya’ya vardık.Roma’dan uçakla vatanımıza döndük.Sırasıyla Barcelona,Marsilya,Cannes,Paris,Amsterdam,Berlin,Prag,Budapeşte,Viyana,Bratislava,Nürnberg,Freiburg,Basel,Bern,Venedik,Floransa,Roma,Vatikan şehirlerini gördük.Bu şehirlerin bazılarını kaldığımız şehirden günübirlik seyahatlerle gezdik.Örneğin Marsilya’dan Cannes,Freiburg’dan Basel,Bern gibi.
Gezimiz 12 Ağustos 2013 de başladı ve 18 Eylül 2013 de bitti.Yani tam 36 gün sürmüş oldu.
MACERA
İlk Günler Barcelona-İspanya 12-14 Ağustos
Uzun aramalar sonucu internetten rezervasyonunu yaptığımız otele sırt çantalarımızı bıraktıktan sonra kendimizi heyecanla dışarı atıyoruz.Uçak yolculuğunun yorgunluğunu hissetmiyorduk bile.Elimizde bir harita olmadan koştururcasına şehir merkezine atılıyoruz.Barcelona katedrali Gaudi’nin eseri olan opera binası,Barcelonanın en meşhur caddesi La Rambla ve sahil Barcelonata o gün yutarcasına gezdiğimiz başlıca yerlerdi.İlk gün gece geç saatlerde yorgun argın eve döndüğümüzde aklımda Barcelonata’nın muhteşemliği vardı.
Barcelona’da ikinci günümüzde Gaudi’nin eseri olan Casa Mila’yı gördük ardından metroyla Ulusal Müzeye ve yanı başındaki Poble Espanyol açık hava müzesini geziyoruz.
Barselona’da son günümüzü Picasso Müzesi,Sagrada Familia,Park Güell ve Nou Camp’ı gezmekle geçiriyoruz.
Öncelikle Barselona demek Antoni Gaudi demektir.Barselona’da bunu görüyorsunuz.Şehrin çeşitli noktalarındaki eserleri mimariye özel bir merakı olmayan insanların bile eminim çok ilgisini çekecektir.Gaudi’nin kendine has masalsı tarzı sizde bir düş dünyası izlenimi uyandırıyor.
Barselona’ya gitmeden önce Gaudi hakkında bilgi sahibi olmakta çok fayda var.
Barselona’da bahsetmek gereken bir önemli noktada siesta.Bu uzun bir öğle tatili demek.Açıkcası biz tenha olma mecburiyetlerini büyüklüklerinden alan Barselona caddelerinde açık market bulabilmek için çok bakındık.
Barcelonanın meşhur caddesi La Rambla açıkçası bana çok cazip gelmedi.Turist akınının altındaki bu trafiğe kapalı alanda hediyelik eşya satanlar ve restoranların hakimiyeti var.Bir akşamınızı burada harcamaktansa akşamları nispeten sakin olan sahilde kafa dinlemek benim açımdan çok daha cazip.
Sahil demişken Barcelonata’dan bahsedecek olursak öncelikle buraya bir düzen hakim.Sahil boyunca oldukça güzel restoranlar var, bunlar tek bir çatı halinde ve yekpare biçimdeler.
Barselona’da ki ulusal müze özellikle resim ve heykel meraklılarına hitap ediyor.Zaten bildiğiniz gibi batının sahip olduğu sanat çeşitleridir bunlar.Bu müzde Salvador Dali gibi Picasso gibi ve daha sayamayacağımız bir çok sanatçının eserlerini bulabilirsiniz.Ancak Picasso eserlerine tek tük rastlıyorsunuz.Picasso için Picasso müzesine gitmeniz gerekmekte.Yalnız burada belirtmem gereken nokta Picasso müzesindeki inanılmaz kuyruk. Size tavsiyem eğer giderseniz bu müze için biletinizi internetten alın.Biz öyle yaptık ve hiç sıra beklemedik.Picasso Müzesi’nde genellikle sanatçının erken dönem eserleri mevcut çocuk yaşta yaptığı harika çizimler yeteneğin doğuştan geldiğini kanıtlar nitelikte.Picasso müzesinin önünde müzik yapan müzisyenlerle birlikte Avrupa’da ki bizden bir hayli fazla olan sokak sanatçıları kültürüyle tanışıyoruz.Eğer iyi dikkat kesilirseniz birçok vasat müzisyenin arasında bazı çok başarılı sanatçılar sizinde dikkatinizi çekebilir.Ulusal Müzenin yakınında bulunan Poble Espanyol İspanya’nın çeşitli bölgelerinin kültür,sanat ve mimarisini tanıtmak üzere kurulmuş bir açık hava müzesi.Gitmenizi tavsiye ediyorum diyemem açıkçası Barcelona için çok sıradan bir mekan.
Sagrada Familia Gaudi’nin yapımı yıllardır süren bir eseri,bir katedral.Park Güell ise Gaudi’nin Güell ailesi için yaptığı binalar topluluğu diyebiliriz.Barcelonanın turist akınına uğrayan başlıca yerleri Gaudi’nin eserleri ,Picasso Müzesi,La Rambla diyebiliriz.Bunlar herkesin mutlaka göreceği yerler.
Fubola ilgili olanlar için Nou Camp turu ve müzesi çok ilgi çekici olabilir.Müzede efsane kalecilerin eldivenlerinden Messi’nin müzeye bağışladığı altın toplara kadar pek çok ilgi çekici objeyi görebilirsiniz.
Barcelona gerçekten zengin bir şehir ve sizi etkileyen devasa caddeler ve düzenle kaplı.Şehrin bir çok noktasında ücretsiz internet erişimi Barcelona Wifi sayesinde yapılıyor.Şehir birçok Avrupa şehri gibi göçmen istilası altında ve çalışanların büyük çoğunluğu göçmen.
Avrupanın pek çok yerinde pek çok dönerci var belki de bunların çoğunun sahibi türk değil.Barcelona’da Nou Camp’a yürüme mesafesindeki İstanbul Restoran nezih ve helal sertifikalı bir restoran bizde burda dönerin tadına bakıyoruz ve memnun kalıyoruz.
Tavsiyeler
Sahil ve Ulusal Müze mutlaka görülmesi gereken yerler.Gideceğiniz yerlerin biletlerini internetten almak bazen hayat kurtarır.Picasso müzesinin yanındaki ufak pastanenin kurabiyeleri midenize bayram ettirebilir.
Marsilya-Cannes 15-17 Ağustos
Marsilya’ya vardığımızda akşam sularıydı bize yemek yemek ve dinlenmekten geriye pek zaman kalmıyor.Marsilya’da sizi ilk etkileyen şehirdeki inanılmaz göçmen yoğunluğu oluyor.Tanıştığımız kişilerden şehrin özellikle banliyö kesimlerinde fazlaca güvenlik zafiyeti olduğunu öğreniyoruz.Irkçılık temelli cinayetlerinde sık sık işlendiğini duyuyoruz.Bu açıkçası gözümüzü şehirden biraz olsun korkutmuyor değil.
Marsilya’da ki ikinci günümüzde Notre Dame katedraline gidiyoruz.Burası şehre hakim bir konumda ve inanılmaz bir manzarası var.Avrupa’da bir çok kilise böyle şehre hakim konumlarda bulunmakta hatta içimden camilerde kıbleye burada ise manzaraya bakıyor insanlar diye geçirdiğim çok oldu.Barcelonanın inanılmaz düzeninden çıktıktan sonra araplarla ve afrikalıların yoğunluğuyla bu şehir bizi adeta itmişti.Hatta diyorlarki Marsilyada en çok konuşulan ikinci dil Fransızcadır.
Marsilya’da ikinci günde via port denen limanı,Marsilya Katedrali’ni görüyoruz.Via port Marsilya’nın simgesi konumunda.Gene burada yaşayanlardan bu limanda avrupanın pek çok yerinde yaşayan zenginlerin yatları olduğunu öğreniyoruz.Gene öğrendiğimiz bir şeyde Marsilya’nın lavantasının meşhur oluşu.Özellikle lavantalı sabunları her köşebaşında bulabilirsiniz.
Chateau d’lf ,Monte Kristo kontu romanında Dantes’in kapatıldığı ada hapishanedeki kaledir.Bizde tekne yardımıyla bu kaleyi görmeye gidiyoruz.Açıkcası burada görülecek pek bir şey yok ancak şehir siluetine tekneden bakmak hoşunuza gidebilir.
Limanın yanında da benzer bir kale bulunmakta.Biz burayıda görmüş oluyoruz.
Marsilya da farklı olan şey Notre Dame katedralinin size yaşattığı histir.Katedralin içinin de göze hoş geldiğini söyleyebilirim.Açıkcası burası Paris’de ki Notre Dame dan daha çok ilgimi çekmişti.Notre Dame’ın “hanımefendimiz” demek olduğunu Marsilya’da öğreniyoruz.Marsilya’da tanıştığımız türklerden aldığımız tavsiyeyle rotamızdan Lyon’u çıkartıp yerine Nice ve Monaco’yu eklemeye karar veriyoruz.
Marsilya’da tanıştığımız ve Avrupa’nın genelinde olan dikkatimi çeken iki şey var öncelikle burada vişneli kola içiyoruz.Avrupa’da Türkiye’de kinden çok daha fazla çeşitte kutu içecek var ve bunlar farklı ve lezzetliler sizde denemenizi tavsiye ederim.Bir de burda gördüğümüz üzere sanki bir dükkan veya bir apartman dairesi gibi gözüken pek çok cami var ve bunlar genelde Afrikalıların kurduğu camiler.
Burda Faslıların sahibi olduğu bir dönerciden kötü bir tavuk döner tecrübesi yaşıyoruz ve tavsiye edilmeden rastgele bir yere girmemeye karar veriyoruz.
Marsilya’da ki son günümüzde günü birlik olarak Nice ve Monaco’ya gitmeyi planlıyoruz.Ancak bindiğimiz tren çok havasız ve tıklım tıklım, Cannes’da kendimizi dışarı atıyoruz.Cannes,Nice,Monaco bu üç yer sahil şehirleri olarak biliniyor.Cannes’da zengin bolca arap turist var hatta arap harfleriyle plakalandırılmış ultra lüks araçları caddelerde görüyoruz.Cannes’da ilk yaptığımız şey turist bilgilendirme ofisine gitmek.Oradan aldığımız bilgiler ışığında Cannes’ı geziyoruz ancak açıkçası Cannes’da denizden başka bir şey yok.Herkesin tek yaptığı Cannes Film Festivalinin kırmızı merdivenlerinde fotoğraf çektirmek.Sahili ise Barcelona’dan sonra beni etkilemiyor.
Tavsiyeler
Cannes yolculuğu bize trene erken binmenin ve yiyecekle su taşımanın önemini öğretti.
Paris 18-21 Ağustos
Fransa’nın en güneyi olan Marsilya’dan en kuzeyi başkent Paris’e üç saatlik bir hızlı tren yolculuğuyla ulaşıyoruz.Eğer interrail biletiniz varsa hızlı trenlere çok cüzi olan rezervasyon ücretiyle binebiliyorsunuz.Klasikleşen konaklama yerimize ulaşma macerasından sonra şehri gezmeye koyuluyoruz.Paris metrosu gerçekten çok büyük ve oldukça karmaşık genişleyen beş bölgeye ayrılmış vaziyette,seyahat edeceğiniz dairenin genişliğine göre bir bilet alıyorsunuz.Metro ağı çok gelişmiş olmasına rağmen genellikle göçmenlerin kullandığı metrolar çok da bakımlı değil.
Eyfel’e yakın olduğunu tahmin ettiğimiz bir durakta kendimizi metrodan dışarı atıyoruz.Karşımızda anıt-dikilitaş görüyoruz.Üzerinde “Kamil” yazıyor.Önünde birkaç poz fotoğraf çekiliyoruz ve Eyfel’e doğru yürümeye başlıyoruz.Gözümüze çok yakın gözüken Eyfel’e neredeyse bir saatlik bir yürümenin ardından ulaşıyoruz ve büyüklüğü bizi şaşırtıyor.Bir çok insan gibi bende Eyfel’in bir demir yığını olduğunu düşünürdüm.Ancak kişisel düşüncem Eyfel kulesi şehre çok farklı bir hava katmış vaziyette.Sanatla içiçe olan Fransızlarda böyle düşünmüş olacakki geçici olarak yapılmış bu kuleyi kaldırmamışlar.
Paris, insanı Eyfel kulesiyle,Sen nehriyle,göze hoş gelen mimarisiyle adeta büyülüyor.Paris’i ilk gördüğümde işte gezide gördüğümüz en güzel şehir demekten kendimi alıkoyamıyorum.Paris’te Hamburg’a uğramaktan vazgeçip Paris’e bir gün daha ekliyoruz.
Paris’de ilgimi çeken herkesin sigara içmesi oluyor kadını-erkeği,genci-yaşlısı herkes tütün kullanıyor.Bir de dil konusundaki meşhur milliyetçilikleri kolay kolay sizinle iniilizce konuşan bulamıyorsunuz.
Paris’te ikinci günümüzde Notre Dame katedrali,Champ Elysees ve Zafer Takı’nı gördük.Açıkcası Marsilya’da ki Notre Dame beni büyülemişti.Sanırım mimari olarak fazlaca bilgimiz olmadığı ve islam kültüründen geldiğimiz için bizde bir derinlik uyandıramadı yalın bir kilise.Ancak katedrallerin genel olarak ihtişamlı olduğunu tabiki söyleyebilirim.Champ Elysees sadece çok görkemli bir cadde.Oradaki lüks dünya markalarından ziyade Paris’te her köşebaşında satılan şekerli kreplerle açlığınızı bastırmanızı tavsiye ederim.Çünkü o sadece Paris’te var.
Zafer Takının tepesinden Paris panoramısa bakabilirsiniz.Bizde deniyoruz ancak çok sıra var.Bizde Eyfel’in tepesine çıkmayı tercih ediyoruz.Tavsiyem sizde öyle yapın.
Paris’te üçüncü günümüzde Sacre-Coeur’e gidiyoruz.Burası Paris’e hakim bir tepede kurulmuş bir katedral. Mimarisi ortalama bir katedralden farklı.Manzarasıyla birlikte ilginizi çekebilecek bir yer.Sadece merdivenleri bizi biraz yoruyor.
Paris’te son günümüzü tamamen Louvre Müzesi’ne ayırıyoruz.Dedikleri gibi her parçaya göz ucuyla baksanız bile bir haftanın yetmeyeceği bir müze.Müzeye girişte önemli eserlerin ve bölümlerin yerlerini gösteren bir harita dağıtılıyor.Müzenin geçmişte kale olan sergilenen bölümleri ve antik mısır bölümü gerçekten ilgimi çekiyor.Mısır’da ki piramit duvarlarındaki hiyeroglifleri bile söküp getirmişler.Bu müzede pek çok ülkenin arkeolojisini bizzat incelemek mümkün oluyor.
Tavsiyeler
Louvre’da islam eserleri bölümüne gitmek Müslüman turistler arasında çok popüler size de bunu tavsiye ederim ayrıca Paris’te mutlaka makaron yemelisiniz. Eminim Türkiye’de makaronla tanışmışsanız bu tanışıklığı gözden geçireceksiniz.
22-24 Ağustos Amsterdam
Kafamızda ki rotada ikinci değişiklik Paris’ten Brüksel’e geçmeyi planlarken oluyor.Çok kısa olan Paris-Brüksel arasını sabah geçip o gün Brüksel’i gezmeyi ertesi günde Amsterdam’a geçmeyi planlıyoruz ancak tren garına gittiğimizde bizi bir sürpriz bekliyor.Hızlı trenler dolmuş vaziyette ve aktarma yaparak ancak akşam Brüksel’e varılabiliyor.Paris-Brüksel-Amsterdam hattının çok yoğun olduğunu ve hızlı tren biletlerinin haftalar önceden tükendiğini garda öğreniyoruz.Aktarma yaparak uzun bir seyahatle direk Amsterdam’a gitmeye karar veriyoruz ve gece geç saatlerde Amsterdam’dayız.
Ertesi gün kendimizi Amsterdam’da şehir merkezinde buluyoruz. Buranın en ünlü meydanı olan Dam Square ve çevresini kiraladığımız bisikletlerle geziyoruz.Zira Amsterdam adeta bir bisiklet cenneti heryerdeler.Sayısız bisikletin olduğu bisiklet otoparkları bizi şaşırtıyor.Amsterdam ne yazık ki günah içinde yüzen bir şehir.Doğası ise muhteşem akşam bisikletlerimizle kırsala çıkıyoruz.Açıkcası şehrin içinde gördüğümüz manzaralar bizi itiyor ve başrolde türk turistler var ne yazıkki.İletişim kurduğumuz insanlarsa şehrin aksine gayet yardımsever.Bir çoğu flemenkçe,İngilizce ve Almancayı birlikte konuşuyor.Yol sorduğumuz bir bisiklet tamircisi bize klasik müzik konserine gitmemizi tavsiye ederek yol göteriyor.
Amsterdam’da ki son günümüzde museumplein’e gidiyoruz burası birkaç müzeyi içinde barındıran bir kompleks.Turistlerin önünde resim çektirdikleri sembol olmuş. Amsterdam yazısı burada bulunmakta.Tabi ki burada en önemli müze Van Gogh müzesi burada her insanın en azından göz aşinalığı olan ve tanıdık gelecek sayısız meşhur tablo var ve gerçekten çok güzel bir müze.
Tavsiyeler
Bir bisiklet kiralayıp tarlaların arasından ve ormanlardan geçmenizi şiddetle tavsiye ederim belki bir yel değirmeni bile görürsünüz.
25-26 Ağustos Berlin
Sabah çok erken saatlerde Amsterdam’dan ayrılıyoruz.Amsterdam’dan ayrılırken ki edindiğimiz tecrübe halk otobüslerinin sefer saatlerini önceden kontrol etmenin gerekliliği oluyor.
Berlin’e geldiğimiz de rehberimiz bize şehir turu attırıyor.Berlin’de her tarafta Yahudilerden özür dileyen anıtlara rastlamak mümkün bu oldukça şaşırtıyor bizi.İnternetten yapılan rezervasyonla meclis binasını gezmenin mümkün olduğunu öğreniyoruz.Biz giremedik ama girmek isterdim. Tepesindeki kubbeden Berlin’i izlemek mümkün.Açıkcası Berlin tarihi bir dokuya sahip değil çoğu bina savaştan sonra tekrar yapılmış ve size Paris’te ki gibi bir mimari doku vaadetmiyor.Berlin bize akşam bir türk evine misafir olduğumuzda kendini sevdiriyor.Zira türk yemeklerini hasretle özleyen gezginler için Almanya bir cennet.
Berlin kendisini ikinci günün sabahında yediğimiz menemenle daha da sevdiriyor.Burada ki dostlardan aldığımız tavsiyeyle Pergamon (Bergama) Müzesinin yolunu tutuyoruz.Burada Almanların Bergama’dan götürdükleri antik yunandan kalma heykeller ve yapılar var.Oradan sökülerek getirilmiş ve burada tekrar birleştirilmiş mimari yapılar mevcut ve gerçekten görülmesi gereken bir müze.Burada ki müzede audio guide lardan almanızı tavsiye ederim Türkçe seçeneğide mevcut zira.Yine tavsiye üzerine Berlin tv kulesinin zirvesine çıkıyoruz.Televizyon kuleleri Almanya’da pek çok şehirde mevcut ve işlevlerini kaybetmiş vaziyetteler uydu yayınına geçilmesinden sonra.Bu kule Berlin’e iki yüz altı metre yükseklikten bakma imkanını sunuyor turistlere.Berlin’de ki son durağımız meşhur Charlie’s checkpoint burası Almanya’nın parçalanmış olduğu zamanlarda Doğu ve Batı Berlin arasındaki sınır kapısı mahiyetindeymiş.Gene burada Berlin Duvarından kalıntılar sergileniyor.Zira Berlin Duvarı’ndan pek bir şey kalmamış geriye ancak almanlar eskiden duvarın geçtiği yerler belli olsun diye farklı bir taşla çizgi çekmişler yollarda.Ayrıca Berlin’de de Fransa ve Hollanda’da gördüğüm taksilerin lüks araçlar olması gözüme çarpıyor.
27-28 Ağustos Prag
Berlin’den Prag’a giderken etraftaki manzaralar insanı yeşille dinginleştiriyor.Prag’da bizi yağmur ve bir serinlik karşıladı.Şehir merkezini ararken iki türk turistle karşılaşıyoruz onlar bize şehir merkezini biz onlara garı tarif ediyoruz sonradan anlıyoruz ki Prag türkler tarafından oldukça tercih edilen bir şehir.Prag size sanki orta çağa gelmişsiniz hissini yaşatıyor bana sorarsanız.Benim en çok beğendiğim birkaç şehirden biri oldu.Burada Paris’de ki mankensi bir ihtişam ve güzellik yok sanki çok güzel aşık olunası bir taşra kızı gibi.Prag’da şehir meydanını gezdik ve ardından tepeye hakim bir konumda bulunan sarayı gördük. Guinness Rekorlar Kitabı’na göre dünyanın en büyük antik kalesi olduğunu öğreniyoruz.Avrupa’nın çeşitli yerlerinde gördüğünüz yere secde eder vaziyette dilenen dilenciler çok fazla burada.Sık sık kristal eşya satan dükkanlara rastlıyoruz.Buralarda pazarlık etmeniz mümkün olabiliyor.Prag’da fayton turu yapıyoruz.Bunu size tavsiye edebilirim.İstanbul Kebabçı’sını keşfediyoruz.Yemekleri lezzetli ve gara çok yakın bir konumda.
Prag’da ikinci günümüzde elimizdeki artan kromları tekrar Euro ya çevirip kur farkından fazlaca zarar etmemek için elimizde paraları yemeğe yatırıyoruz.Ardından şehir merkezinde çok hoşumuza giden sokak çalgıcılarıyla karşılaşıyoruz meydandaki pek çok sanatçının etrafı boşken orta çağ kıyafetleri giyen ve gayda eşliğinde müzikler yapan bu grubun izleyicisi çok bizde uzun süre kendimizi orada öylece dikilmekten alıkoyamıyoruz.
Prag’da ki saray Prag’a hakim bir konumda bulunmakta ve yanı başında tek bir cafe bulunmaktadır.Burada bir evlilik teklifi bile yapılabilir.Özellikle akşam saatlerinde Prag’ın muhteşem ışıklandırmasıyla sokaklar,caddeler ve o manzara insanı hayran bırakıyor.
Öğlen saatlerinde kendimizi Budapeşte treninde bulduk.Geziye çıkmadan önce rotamızda yok Budapeşte, Prag’da methini duyunca Viyana’nın öncesine alınıyor.
Budapeşte yolunda trenimiz yolda kalıyor.Lokomotif değiştiriliyor.Rezervasyon yaptırdığımız apartların sahibinden telefon alıyoruz, saat 10 dan sonra kendisini resepsiyonda bulamayacağımızı ve kalacağımız yere giremeyeceğimizi öğreniyoruz.
Ne yapacağımıza bilmeden gece iki sularında Budapeşte’ye varıyoruz.Trenden inince karşıma bir kadın çıkıyor ve bu saatte kalacak yer bulamayacağımızı kendinin bir hostelinin olduğunu ve cüzi fiyatından bahsediyor.Kadınla gitmeye karar veriyoruz.
Bizi bodrum katta eski,rutubetli,rahatsız yataklar bekliyor.Arkadaşlarım gerekirse sokakta uyuyalım diyor ben saçmalamayın diyorum.Kalmaya karar veriyoruz ve o yorgunlukla o gece adeta sızıyoruz.
29-30 Ağustos Budapeşte
Uyandığımızda erkenden önceden rezervasyon yaptığımız otelimize dönüyoruz.Budapeşte’de farkediyoruz ki bura örneğin bir Berlin’den çok daha kötü bir toplu taşıma kalitesine sahip İstanbul’da ki nostaljik tramvaylardan bir artısı olmayan bir metro vagonuna biniyoruz.Budapeşte Buda-Peşte olarak tuna nehrinin iki yakasındaki iki şehirden oluşuyor.Biz ilk günümüzde Buda kısmını geziyoruz.Parlemento binasını yakından inceliyoruz.Öğreniyoruz ki bu önemli yapının mimarları eseri düşünürken İngiltere parlemento binasınından esinlenmişler.
Budapeşte’de beni en çok etkileyen Tuna nehri oldu.Nehir gerçekten şehre bambaşka bir hava katıyor.Budapeşte’de biz ilk akşam tekne turu yapıyoruz ve bunun Budapeşte için şart olduğunu düşünüyorum.Mükemmel şekilde iki taraftaki sahil şeridini ve önemli yapıları,adaları,köprüleri topluca görmenizi sağlıyor.
Budapeşte metrosunda gördüğümüz bir olay hayli ilginç metroya binerken herhangi bir bilet kontrolü olmuyor ancak bazı vagonlarda bazen görevliler biletlerinizi kontrol ediyor bu şehirler arası trenlerde, metrolarda da Avrupa’nın pek çok yerinde böyle.Gelelim olaya bir görevli sırayla biletleri kontrol ediyor bir kadına geliyor kadın eski biletleri gösteriyor aralarında gözümüzün önünde hararetli bi tartışma başlıyor.Bu esnada tren duruyor biletsiz metroya binen kadın aniden kapıya hareketleniyor ve koşarak uzaklaşıyor görevli ise arkasından bakakalıyor.Bu trajikomik olay Macaristan’ı özetleyen ve bizi oldukça gülümseten bir olaydı.
Budapeşte’den ayrılacağımız gün metroyla tren garına giderken başımıza kötü bir olay geliyor arkadaşımızın cüzdanını cebinden çalmaya kalkışıyor bir yankesici neyse ki durumun farkına varıyor ve hırsız bizden kaçarak uzaklaşıyor.
30 Ağustos-2 Eylül Viyana
Akşam saatlerinde Mozart’ın şehri Viyana’ya varıyor trenimiz.Şehir hakkında bazı belirtmem gereken noktalar var.Öncelikle çok modern bir şehir önceki durağımız Budapeşte’ye nazaran çok daha gelişmiş vaziyette rehberimiz bir toplu taşımaya ulaşmak için Viyana merkezinde en fazla üç yüz metre yürümeniz gerektiğini söylüyor.Bizde toplu taşımadan bolca faydalanıyoruz.
Mozart’ın adını taşıyan birde çikolatası var şehrin heryerde bulunmakta ve hoş bir lezzeti var.Eşyalarımızı bıraktıktan sonra eski Viyana surlarının içinde kalan şehir merkezini geziyoruz.Viyana’nın gerçekten kendine has bir mimarisi var.Bu mimaride beyaz tonlar hakim, şehir merkezi adeta gelinlik giymiş gibi.
Şehir merkezinde meşhur bir dondurmacıda dondurma yiyoruz.Ayrıca rehberimiz bize kapısında ay-yıldız olan bir butiği gösteriyor ve o butiğin sahiplerinin atalarının Viyana kuşatması sırasında Osmanlı paşalarına kıyafet diktiğini anlatıyor.Ellerinde o dönemden kalma hatıraların olduğunu ve ısrar üzerinde bazı insanlara gösterdiklerinden bahsediyor.Tarihten gelen bir türk karşıtlığı ise şehirde ki heykeller ve anıtlarda kendini göstermekte.Bu tip tarihi dokusuyla ön plana çıkan şehirleri rehber eşliğinde gezmenin önemii farkediyorum.
Ertesi gün Viyana’da bolca türk olmasından faydalanıyoruz ve bir türk fırınından aldıklarımızla güzel bir kahvaltı yapıyoruz sonrasında Viyana’ya hakim bir tepeye çıkartılıyoruz rehberimiz tarafından.Ardından tuna nehri kıyısına geçiyoruz.Burası büyük bir yeşil alan şeklinde düşünülmüş.Tuna nehrinin Viyana içinden geçen kısmı boylamasına ikiye ayrılmış vaziyette ve bir hatta su arıtılarak veriliyor.Bu bölüm insanların kullanımına sunulmuş adeta bir sahil havası verilmiş.Şehrin bitiminde bu iki hattın suları tekrar birbirine karışıyor.Tuna nehri kıyısında ki islami araştırma merkezine uğruyoruz.
Akşam yemeğinde Buhara Döner’den döner yiyoruz ve Türkiye’yi aratmıyor bu lezzet.Yemeğin ardından kahvesi ve cafeleriyle meşhur Viyana’nın en meşhur cafesi Hotel Sacer’in cafesine gidiyoruz.Bu otel aynı zamanda meşhur besteci Vivaldi’yi de ağırlamış bir zamanlar.Duyduğumuz tavsiyelere uyarak meşhur keklerini ve Viyana’nın meşhur Cafe Melanj’ını sibariş ediyoruz.Esmer kek krema eşliğinde geliyor.Kremalarının bizden ne kadar farklı olduğunu tekrar farkediyorum.Melanj hafif ve kremalı içiliyor burada.
Ertesi gün Habsburg’ların meşhur yazlık sarayı Schönbrunn’a gidiyoruz.Burası gerçekten enfes bir yer.Sarayın içindense bahçesi bahçenin en yüksek yerinden gözüken Viyana panoraması bizi etkiliyor.Burası sadece yüksek bir yer değil aynı zamanda önündeki devasa düzlükle de müthiş bir görüş açısı sağlıyor.Ağaçların arasında sincaplarla karşılaşıyoruz.Sincaplar insanlara çok alışmış ellerinden ceviz alacak kadar yaklaşıyorlar.
Sarayın ardından Viyana’da ki cafeleri keşfetmeye devam ediyor ve Central Cafe’ye gidiyoruz.Gene Cafe Melanj içiyoruz bu sefer ona elmalı bir tart eşlik ediyor.1800 lü yıllardan kalma bu cafe bize sunduğu lezzetlerle ve enfes ambiyansıyla güzel dakikalar geçirtiyor.
Akşam yine bir türk evine misafir oluyoruz.Bize gurbetçilere olan negatif bakış açısından ve memlekete olan özlemlerinden bahsediyorlar.
Ertesi gün mental ve fiziksel yorgunluğumuzu atmak için tatil günü ilan ediyoruz.Akşam sadece Cafe Sperl’e gidiyoruz.Melanj’la denenen bu sefer Sperl’in iddialı olduğu meyveli tart.Bu cafelerden tercihim Central ve Sacer olur diye düşünüyorum ambiyansıyla Central ve lezzetleriyle Sacer.
Viyana’da gidemediğimiz ve içimizde kalan yer silah müzesi oluyor.Duyduğumuza göre bura geniş top koleksiyonuyla oldukça kapsamlı bir müze.Bir daha ki sefere diyoruz.
3 Eylül Bratislava
Bugün Viyana’dan günübirlik olarak Slovakya’nın başkenti Bratislava’ya gidiyoruz.Böyle küçük şehirlerde şehir turu yaptıran otobüslere binmek hem şehri kısa sürede görmenizi ve önemli yerler hakkında bilgi sahibi olmanızı sağlıyor.Bizde böyle bir şehir turuna katılıyoruz.Bratislava küçük tenha bir şehir orta Avrupa’nın yağışlı ve yeşil ortamını barındırıyor.Sokaklar yeşil ve oldukça ıslak.Modern Avrupa şehiri görüntüsünden uzakta özellikle Berlin’in Amerikanvari görüntüsünden ziyadesiyle uzak.Şehir turu yaptığımız otobüs bizi şehre hakim konumdaki Bratislava Kalesi’ne çıkarıyor.Bura zamanında Macaristan Kraliçesi Maria Theresa’nın da kullandığı çağlar boyu stratejik olmuş bir kale.
Bratislava’da komünizm esintileri var.Şehre yukardan baktığınızda basit mimarili toplu konutları görüyorsunuz.Bratislava’dan Tuna Nehri geçiyor ancak Budapeşte veya Viyana’da ki gibi Tuna’nın zerafetinden nasibini alamıyor bu şehir.Tuna üstünde ki köprülerse bir hayli sıradan Budapeşte’de ki yedi farklı körünün güzellikleri ve çağrıştırdıkları yok burada.Tuna’ysa tabiki aynı yeşilliğinde şehirleri umursamadan akmaya devam ediyor.Akşam Viyana’ya dönüyoruz ve ertesi günki Nürnberg yolculuğuna dinç bir şekilde kalkmak için erkenden uyumak istiyoruz.
Slovakya’da dikkatimi çeken şey ucuzluk oldu.Burası Avrupa geneline göre ucuz diyebileceğimiz Macaristan’dan bile daha ucuzdu.Barcelona ve Paris gibi çok pahalı şehirlerden sonra bu iyi gelmişti doğrusu.
4-5 Eylül Nürnberg
Nürnberg’de bizi karşılayan rehberimiz eşliğinde önce Nürnberg kalesini görmeye gidiyoruz.Buradan güzel bir Nürnberg panoraması elde ediyorsunuz.Burada en çok ilgimi çeken bahçe düzenlemsinin ve çimlerin mükemmelliği oluyor.Türkiye’de stad zeminlerinde bile olmayan bir harikuladelik.
Ardından meşhur Nürnberg Mahkemeleri’ne gidiyoruz ancak buranın içine giriş mümkün değil halen kullanılıyor.
Son olarak rehberimiz bizi şehrin dışına çıkartıyor köylerin içinden geçiriyor buralar bizim bildiğimiz köyler gibi değil iki üç katlı lüks evler her birinin önünde lüks araçlar var adeta köylü milletin efendisi,kırsalda kendimizi Avrupa’nın muhteşem doğasıyla baş başa buluyoruz.
Avrupanın pek çok yerinde adeta bir bayram yeri, panayır yeri havasında her yıl Eylül - Ekim ayları arasında October Fest, (aslında Hasat Festivali de denilebilir.) Festivaller düzenleniyor. Bu mevsimde geldiğimiz için Festivale de gitme şansı da yakalıyoruz. Sanırım bu festivallerin temeli eskiden çiftçilerin hasat sonrası ürünü kaldırıp pazar eyledikten sonra yaptıkları kutlamalara dayanıyor. Şehrin diğer ucunda Hitler’in Roma’dakine özenerek yaptırmaya giriştiği Kollezyum’un hemen yanında kuruluyormuş Festival alanı. Bu sayede Kollezyum’u da görme şansı yakalıyoruz. Nürnberg Hitler’in en sevdiği şehirlerden biriymiş bu yüzden Hitler’in şehre yaptırttığı çeşitli mimari yapılar var.
Ertesi gün Nürnberg şehir merkezini geziyoruz.Burada’da şehir merkezi korunmaya çalışılmış o orta çağ filmlerinde ki Avrupa şehri havasını bir nebze soluyabiliyorsunuz.Buranın meşhur yiyecekleri Brezel ve Lebkuchen yiyoruz.Brezel için simitin farklı bir hali diyebiliriz.Susam yerine okyanus tuzuyla kaplı.Lebkuchen ise bir çeşit kurabiye.Bu ikisini mutlaka denemenizi tavsiye edebilirim.Özellikle Lebkucken farklı ve tarif edemediğim bir tat.
Saat beş sularında Nürnberg’den ayrılıyoruz.Gece Freiburg’a varıyoruz.
6 Eylül Freiburg-Basel
Freiburg’da ki ilk sabahımızda Basel’e hareket ediyoruz.Freiburg’a geliş amacımız buradan günü birlik olarak tüm İsviçre’ye ulaşabilecek olmamız.Buradan hareketle ilk gün Freiburg’a çok yakın olan Basel’e gitmeye karar veriyoruz.Basel ufak bir sınır şehri,şehir merkezi lüks markaların istilası altında tabi ki İsviçre’de ki ilk saatlerimizde doğruca bankaya gidiyor ve bir miktar Euro’yu Frank’a çevirttiriyoruz.
Ardından kısa bir şehir turu atıyoruz açıkçası Basel bizi hayal kırıklığına uğratıyor.Basel’den hatırımızda kalan en önemli şey yediğimiz çikolata oluyor.
Gördüğümüz en lüks çikolata mağazalarından birine dalıyoruz.En iyi çikolatayı yemeden gitmeye niyetimiz yok.Neredeyse bir lokmada bitecek birer çikolata alıyoruz ve neredeyse tanesine 20TL veriyoruz.Tarifi imkansız,şapka çıkarılacak bir lezzetle karşı karşıyayız.
Basel’den ikindi saatlerinde Freiburg’a dönüyoruz ve şehir merkezinde kısa bir tur atıyoruz.Nürnberg’in de içinde olduğu tipik alman şehri kategorisine sokabiliriz Freiburg’u,ancak burası daha çok bir turizm şehri.Şehir merkezi Nürnberg’de olduğu gibi trafiğe kapatılmış.Bizde ki küçük esnafın yetine burada da dünyaca ünlü markalar var.Bizde ki gibi devasa alışveriş merkezleri yok.
7 Eylül Bern
Bugün Freiburg’dan Basel’e gidiyoruz.Burası gerçekten muhteşem bir şehir açıkçası benim gezi boyunca en beğendiğim şehir oluyor.Öncelikle İsviçre’nin başkenti Bern İsviçre’nin mükemmel doğasıyla iç içe ve doğayla barışık adeta Şirinle çizgi dizisindeki köy gibi oluyor özellikle hava kararınca.Şehir Aare Nehri’nin oluşturduğu kavisin içinde yakın dönemde kurulmuş.Kendine özgü mimarisi tamamen şehre hakim.Binaların altlarından mahzenimsi kapılar açılıyor ve yerin altındaki bu salonlar bazen bir bar bazende bir sanatçının el ürünlerini sattığı dükkan oluyor.Nehrin kavisinin en uç noktasından karşıya geçen biri küçük biri büyük iki köprü var bu körülerden geçip yamaca tırmanarak şehre hakim muhteşem bir manzaraya adıma atıyorsunuz.Üç kişilik seyahat grubumuzda tartışmasız en hayran kalınan şehir burası olmuştu.
Bu tepede fotoğrafları çekilen bir gelin ve bir damat görüyoruz ayrıca burada güzel bir restorantta bulunuyor.
Şehirde bir kaos hali yok sanırım bunun nedeni İsviçre’nin çok pahalı olması ve turist istilasının bu şekilde önünde geçilmesi.
Şehrin yüz bin dolaylarında bir nüfusu var ve güvenlik açısından korunaklı bir şehir.
Akşam şehirden ayrılırken bir halk konserine denk geliyoruz ve Bern’e şarkılar kulaklarımızdayken veda ediyoruz.
8 Eylül Europa Park-Freiburg
Bugün Freiburg yakınlarındaki Europa Park’a gidiyoruz.Burası methini duyduğumuz üzere Avrupa’nın en büyük tema parkı devasa bir alan içerisinde ülkelerin özelliklerine göre yapılmış ve ülke ülke dağıtılmış onlarca roller coaster,gondollar ve envai çeşit oyuncak.Ayrıca burada üç tanede otel bulunuyormuş.
Parka girerken birer adet harita veriliyor.Biz yinede akşam çıkışı ararken botanik bahçesinde kayboluyoruz.
Mercedes-Benz sponsorluğunda yapılmış yetmiş metre yüksekliğindeki roller coaster Silver Star ve tamamen ağaçtan yapılmış bir diğeri Wooden buranın en çok tercih edilen oyuncaklarından.
İnsan elbette çekiniyor.Ancak burada bu oyuncaklara on yaşındaki çocukların bile bindiğini görünce korkumuzu çabucak yeniyoruz.
Europa Park’a avrupanın çok çeşitli yerlerinden insanların geldiğini öğreniyoruz.Burası stratejik olarak avrupanın göbeği tabir edebileceğimiz bir konumda kurulmuş.
9-10 Eylül Venedik
9 Eylül günü uzun bir yolculukla geçiyor.Yalnız yol üzerinde aktarma yaptığımız Thun gölü kıyısındaki spiezden bahsetmeden geçemiyeceğim.Gardan dışarı göz gezdirmek için çıktığımızda Thun gölü manzarası karşısında adeta donduk kaldık mükemmel kelimesinin ağı bir kelime olduğunu her fırsatta kullanılmaması gereken bir kelime olduğunu düşünen biri olarak söyleyebilirim ki mükemmeldi.
Venedik’e vardığımızda odamıza çekilip,odamızda dinlenmekten başka bir şey yapamıyoruz.
Ertesi gün Venedik şehir merkezinde genel bir tur atıyoruz.İtalya’dan bahsetmek gerekirse yoğun bir göçe maruz kaldığını söyleyebilirim.Tam bir kaos hakim.Türkiye’ye en çok benzeyen ülke diyebiliriz.İtalya avrupanın genelinden bazı farklılıklar içermekte avrupanın genelinde görülen modernlik düzen ve eski binaların dahi restorasyondan geçirilerek modern bir görüntüye kavuşturulması burada yok.Özellikle Venedik sokaklarının ihtiyar bir görüntüsü var.Sanırım bu özelliklerinden dolayı Avrupalı turistlerin yoğun ilgisi altında.Bu kadar yoğunluk benim hoşuma gitmemişti sanırım ben tatil deyince biraz tenhalık arayanlardanım.
Venedik’de alabileceğiniz başlıca hediyelikler mevcut.Murano camından el yapımı çeşitli objeler var.17.yy. repitasyonu kuş tüyü kalemler satan pek çok dükkan var bende bunlardan alıyorum.Gene Venedik’de pek çok buraya özgü maskeler satan dükkanlar var.
Şehrin simgelerinden biri haline gelmiş Rialto köprüsünden geçiyoruz ve San Marco meydanını geziyoruz.Gene meydanda bulunan San Marco kilisesinin önünde epeyce uzun bir kuyruk var,içeri girişte erkeklerin dahi kolları örtmeleri için örtüler dağıtılıyor.Şapka takılmamasını zaten her kilisede olduğu gibi burdada istemiyorlar.
11-12 Eylül Floransa
Floransa’ya akşam saatlerinde varıyoruz.Otele eşyalarımızı bırakıp şehir merkezine dönüyoruz. Floransa Katedrali-Duomo ya da Santa Maria del Fiore-,Arno nehri üzerinde bulunan Ponte Vecchio köprüsü gibi şehrin simgelerine uğruyoruz.
Ponte Vecchio köprüsü üzerindeki birçok hediyelik eşya dükkanıyla kendine özgü bir yapıya sahip. Floransa’da görülebilecek pek çok müze var. Bunlardan en önemlisi, Michelangelo’nun 29 yaşındayken tek bir parça mermerden oyarak yaptığı ünlü Davut heykelini de içinde bulunduran Galleria dell’Academia.Görebileceğiniz bir başka galeri ise Galleria degli Uffizi. Uffizi’nin içini görmeye vaktiniz yoksa bile dışındaki heykellere mutlaka göz atın.Piazza della Signoria, Floransa’daki açık hava müzesi niteliğindeki meydanlardan biri. Heykelleri ağzınız açık kalarak incelemek için buraya da uğrayabilirsiniz.
Mutlaka uğranması gereken duomo yalnız şehrin değil İtalya’nın da Pisa kulesi ve Kollezyum’la birlikte simgesi olan bir eser.
Ertesi gün Duomo’nun içine giriyoruz ardından bir ayın yorgunluğuyla geç başlayabildiğimiz günü şehre hakim bir tepede Floransa manzarasıyla bitiriyoruz.
13-18 Eylül Roma
13 Eylül günü yolculukla geçiyor.Roma’ya vardığımızda ilk bulduğumuz Pizzeria’da pizza yiyip otelimize yerleşiyoruz.Roma’da ilk bahsetmem gereken şey Roma Pass bu belediyenin çıkardığı bir kart, bu kart sayesinde iki müzeye ücretsiz giriyorsunuz ve üç gün boyunca ücretsiz toplu taşımayı kullanıyorsunuz ancak söylemem gerekir ki bizim hesaplarımıza göre normalden daha pahalıya patlıyor Roma Pass size.O yüzden çok fazla konum değiştirmeyecekseniz Roma Pass almanızı tavsiye etmem.
Ertesi gün metroyla direkt olarak Vatikan’a gidiyoruz.Burası çok küçük bir ülke San Pietro Meydanı ve etrafındaki binalardan oluşuyor.Turistlerin uğrak noktaları Aziz Petrus Bazilikası, Sistine Şapeli ve Vatikan müzelerini geziyoruz.
Vatikan Müzeleri müzelerinden birisidir. Bu müze Roma Katolik Kilisesi tarafından Rönesans’da inşa edilmiş, dünyanın önemli heykellerine ev sahipliği yapan önemli bir bina.
Vatikan’ın filmlerde görüldüğü gibi bir havası yok San Pİetro Meydanında duvarların dışına çıktığınızda çanta,saat satan bir sürü göçmen var.Vatikan’ın içi ve dışı turist akını içinde tam bir kaos halinde.
Ertesi gün Kollezyum,Panteon ve Aşk Çeşmesi (Fonta di Trevi) gibi Roma’nın simgelerini geziyoruz.
Fonta Di Trevi yani Trevi çeşmesi çok güzel bir yapı ancak çok kalabalık insanlar burada sırtları çeşmeye dönükken sağ elleriyle sol omuzları üstünden çeşmeye para atarlarsa tekrar Roma’ya geleceklerini düşünüyorlar.
Panteon saat beşten sonra kapatılıyor içine giremiyoruz diğer bir güne kalıyor.
Romanın dondurması meşhur hatta ilk olarak dondurmanın burada yapıldığı söyleniyor bizde araştırmalarımız sonucu Giolitti Dondurmacısının adını buluyoruz.Öncelikle Roma dondurmasını özel yapan başlıca sebep materyallerin doğal olması ve çok farklı çeşitte dondurmanın bulunması.Giolitti’de onlarca çeşit dondurma var.Ben dondurmacıya hangilerini tavsiye ediyorsa onlardan vermesini söylüyorum.İncirli,üzümlü ve bir çeşit kahveli veriyor.Burada dondurmanın üstüne ülkemizde ki gibi sos değil kremşanti benzeri bir krema koyuluyor ancak bu oldukça lezzetli bir krema.İtalyan ve genel olarak Avrupa mutfağıyla benim en çok gördüğüm lezzet farkı krema konusunda var sanırım bizim ülkemizde tatlının üstüne koyulan kaymak neyse onlarda kremada o ve gerçekten lezzetli örnekleri bulunuyor.Gerçekten çok çok lezzetli bir dondurma mutlaka denemenizi tavsiye ederim sırf İtalya’ya gitme sebebi olabilecek bir tat benim açımdan.
Dondurmalarmızı yerken hafif bir yağmur başlıyor, otelimize yollanıyoruz.
16 Eylül günü ilk durağımız dün giremediğimiz Panteon oluyor.İlk olarak Antik Roma'nın tüm tanrıları için tapınak olarak inşa edilmiş bir yapı Panteon. Bu bina yapıldığı dönemden beri çok iyi korunmuş. Tarih boyunca hep kullanılmış.Hıristiyan kilisesi olarak kullanılan Panteon Roma'daki en eski betonarme kubbeli binaymış.Bu kadar geniş çaplı bir kubbenin betondan yapılması da o günün teknolojisiyle nasıl mümkün olmuş? Sorusunun hala sorulduğunu öğreniyoruz.
Panteon’dan sonra durağımız Villa Borghese oluyor.Burada Borghese ailesinden kalma yapılar ve dev bir yeşil alan var.Yeşilliğin içinde sıra sıra antik heykeller var.Roma’da gidilen klasik yerlerden sonra farklı bir yer Villa Borghese.Yeşil alanın bir ucundan Piazza del Popola’ya bakıyorsunuz.Burası bir meydan, İtalyancada piazza meydan demek.
Bir sonraki durağımız İspanyol merdivenleri oluyor.Burasıda yine yoğun bir turist akını altında açıkçası burayıda sadece görmüş oluyoruz çünkü sıkış tepiş.Ardından yemek yiyoruz ve son durağımız Giolitti Dondurmacısı oluyor.
Ertesi gün otelimizden çıktığımızda ilk durağımız Terme di Caracalla oluyor.Burası antik bir roma hamamı ancak devasa büyüklükte bir yer bizimde Roma’yla ilgili araştırmalarımızda ilgimizi çekiyor ve görmek istiyoruz.Bu devasa yapı iç kısmında moziklerle birlikte iyi şekilde kurulmuş altında ise su sarnıcı bulunuyor.Burasıda bir su deposu niteliğinde.Ardından buradan Piramide metro durağına kadar yürüyoruz burada da Gaius Cestius için yapılmış piramit mezarı görmeyi umut ediyoruz ancak piramitin etrafı brandalarla çevrilmiş ve tadilatta bu yüzden hayal kırıklığımna uğruyoruz.
Roma’da ki son durağımız güzel bir yemek için Bonci’nin Pizzeria’sına gidiyoruz.Burası Vatikan metro durağına yakın bir konumda bulunan tepside ev pizzaları yapan küçük bir dükkan.En önemli özelliği pizzalarının organik malzemelerden olması ve hamurunun on iki saat kadar mayalandırılması.Kurutulmuş domatesliden patatesliye kadar çok çeşitli pizzalar var biz burayı öğrendiğimiz Vedat Milor’un tavsiye ettiği patatesli kaşarlı pizzadan istiyoruz.Pizzanın yanındaysa organik meyve sularından birer tane alıyoruz.Burda herkes tepsiyle aldığı pizzasını dükkanın önünde ayakta dikilerek yiyor bizde hemen ortama uyum sağlıyoruz.Çok lezzetli bir pizza olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.Tabiki en iyi pizza için Napoli’ye gitmeniz gerekmekte ancak burasının Roma’nın en iyi pizzacılarından biri olduğunu duyuyoruz ve Roma’da daha önce yediğimiz pizzalardan çok daha iyi.
Ertesi gün gezimizin bittiği gün sabah otelimizden ayrılıyoruz önce gara oradanda trenle havaalanına geçiyoruz.İçimizde büyük bir neşe var ülkemizi çok özlediğimizi iliklerimizde hissediyoruz.Sanırım ülkeye dönünce ilk işimiz annelerimizin yaptığı yemeklere saldırmak olacak…
Değişen Rota
İnterrail’ın en güzel yanlarından biri de rotayı kendiniz planlamanız ve istediğiniz gibi değitirebilmeniz.
Planladığımız rota:Barcelona-Marsilya-Lyon-Paris-Brüksel-Amsterdam-Hamburg-Berlin-Prag-Viyana-Münih-Zürih-Bern-Milano-Venedik-Floransa-Roma
Gerçekleştirdiğimiz rota: Barcelona-Marsilya-Cannes-Paris -Amsterdam -Berlin-Prag-Viyana-Budapeşte-Bratislava-Nürnberg-Freiburg-Basel-Bern -Venedik-Floransa-Roma
Nasıl yapmalı?
Öncelikle biz yola çıkmadan büyük kampçıların kullandığı birer sırt çantasıyla çıktık.Bu çantaların özelliği yağmur geçirmez oluşları ve çok çeşitli gözlerden oluşmaları ancak otelden otele geçecek insanlar için en ideali tekerlekli valizlere sahip olmak.Gün içerisinde ve örneğin trende pasaportunuz suyunuz gibi malzemeler için küçük birer sırt çantasıda taşınmalı.
Çanta oluştururken yanınıza çok fazla eşya almamaya çalışın.Yola çıkmadan bir kıyafet almaktansa onu yolda almak sizi o kıyafeti fazladan birkaç gün taşımaktan kurtarsa bile sizin için kar oluyor.
Kalacak yer konusunda Booking.com gibi çeşitli siteler mevcut.Bunun en ünlüsü ise booking bizi hiç kapıda bırakmadı.Sizde gideceğiniz yere önceden internet üzerinden rezervasyon yaparak rahat edebilirsiniz.
Eğer devamlı bir rehberiniz yoksa bu gibi bir yolculukta grubunuzda mutlaka iyi seviyede İngilizce bilen en az bir kişi olmalı.İngilizce Avrupa’nın her yerinde iletişim kurmanızı sağlıyor.
Teknoloji böyle bir geziyi çok daha kolay bir hale getirebiliyor.Öncelikle toplu taşımayı kullanacaksınız.Google maps size bu konuda oldukça yardım ediyor.Bir şehire vardığınızda yapacağınız ilk iki şey bir sonraki şehre olan biletinizi ayarlamak ve seferlere bakmak ikinci şey ise bir toplu taşıma bileti almak.Bu genellikle bir metro bileti oluyor Avrupa şehirlerinde genel olarak metroyla her yere ulaşabiliyorsunuz.
Seyahatinizi daha ekonomik geçirmek için otel rezervasyonlarınızı erken yapmak , biletlerinizi erken almak önemlidir.Ayrıca bir yemek yereken veya bir hediye alırken turistik bir yerden ziyade yerel halkın daha çok bulunduğu yerlerden almak hem ürünün kalitesini arttırır hem fiyatı düşürür.Ayrıca burada belirtmeliyim ki teknolojik ürün fiyatları Avrupa’da Türkiye’den pek de ucuz değil ayrıca dünya genelinde bulunan markalarda Türkiye’de ki şubeleriyle aynı fiyat ve çeşitlilikte o yüzden hediye alırken o şehre ve ülkeye özgü hediyeler almaya çalışmanızı tavsiye ederim.
Gideceğiniz şehirde görülmesi gereken yerlerle ilgili birkaç aplikasyon var.Biz Triposo’yu kullandık ve memnun kaldık.Triposo sayesinde harita üstünde rota çizmenizde kolaylaşıyor.Siz Tripadvisor gibi pek çok aplikasyonuda kullanabilirsiniz.Gene otel rezervasyonları ve uçak biletleri için Kayak,ucuz uçak bileti için Skyscanner kullanabileceğiniz web sayfaları ve akıllı telefon aplikasyonları.Ayrıca bir şehire geldiğinizde Tuorist İnformation ofisinden size bir harita vermelerini ve bir rota çizmelerini isteyebilirsiniz bunun size oldukça faydası olacaktır.
Biz pek çok ülkeyi peşi sıra gezdiğimiz için her ülkeden telefon hattı almak pek ekonomik değildi ancak İtalya’da aldık.Bu hem grup arkadaşlarınızla iletişiminizi kolaylaştırıyor hem cebinizde internet olmasını sağlıyor.
Bir başka dikkat etmeniz gereken mevzuda değerli eşyaların çalınması mevzusu pek çok ülke nispeten güvenli ancak Macaristan,İtalya gibi ülkelerdde dikkatli olmanız gerekiyor.Örneğin trende üç kişiyseniz üçünüzde aynı anda uyumamaya çalışın veya cüzdanınızı kolay alınabilecek ceplerinize koymayın.
Nereye gitmeli?
Öncelikle benim bir daha görmek isteyeceğim yerlerin başında İsviçre geliyor.Sadece İsviçre’ye arılmış bir hafta size çok büyük bir huzur katacaktır.Onun dışında birbirine yakın olan Prag,Viyana,Budapeşte turu çok keyif alacağınız bir tur olur.Hatta bunlara Viyana’ya bir saat mesafedeki Bratislava’yı da katarak hem dört ülke görmüş olursunuz ve çok hoş şehirler gezmiş olursunuz.
Bu yerlerin dışında beni en çok etkileyen yerlerden biride kuşkusuz Paris oldu.Paris günlerce gezmekten ve keşfetmekten bıkmayacağınız bir şehir.Paris’de çok farklı şeyler görebilirsiniz Avrupa’nın kültürünü solursunuz Louvre’da dünyayı ve sanatı daha da öğrenirsiniz.
Ancak Paris’e her ne kadar aşk şehri densede romantizm arayan biri için bir numaralı tavsiyem Prag.
İspanya,İtalya gene size hoş ve çok ilgi çekici mekanlar vadeden ülkeler.Ancak İtalya’da pek huzurlu bir tatil ortamı yok bunu söyleyebilirim daha çok sanat ve arkeolojiyle dolu.
Arcani
Bir üst model KG79 sahibiyim ben de. Sorusu olan varsa yanıtlarım.
Şu an french press kullaniyorum. Günluk kahve tuketimim 2 fincan. Sizce kahve makinesi alsam fark olur mu. Gunluk 2 fincan tuketim icin uygun makine var mi?
Hiç gerek yok makineye 2 fincan için. Sürekli tüketimin olmadığı yerler için kahve makinesi bence fazla gelir. Bende press kullanıyorum ve gayet yeterli oluyor.
kahve makinası daha pratik ama mesela benim kullandığımın en ufak limitinde bile 3 fincan kahve çıkıyor mesela. O yüzden az tüketene yaramaz.
Porlex seramik parçalı değirmen kullanıyorum kahve çekirdekleri taze ise gayet iyi iş görüyor.
http://www.ebay.com/itm/PORLEX-Ceramic-Coffee-Espresso-Mill-Grinder-NEW-with-Tracking-No-from-JAPAN-/111092914302?pt=LH_DefaultDomain_0&hash=item19dda7587e
kahve öğütücülerde çok fazla kriter var elbet ama en temel unsur çekilmiş kahvenin homojenliği. bıçaklı kahve öğütücü -lafı uzatmaya gerek yok, kısaca- olmaz. en kötüsü bile değirmen şeklide olmalı ama dediğim gibi başka bir çok kriter var.
son kullanıcı tarafında fiyat/performans düşüklüğü el değirmenlerindedir.